Zühd ve Takvası
Tasavvufî bir kişiliğe sahip olan İsmail Turan’ın sufiliği, Türkiye’de insanların çoğunun bildiği tipik tarzda bir sufilik değildi. Bilakis o, sufilerin şatahatlarını ve doğru olan nebevî yönteme uymayan bazı davranışlarını tenkit ederdi. Bu tenkitin sebebi öncelikle hadis-i nebevîye olan derin ilgisinden kaynaklanmaktaydı. Bununla birlikte tasavvufun önemli şahsiyetlerine hürmet gösterir, onları kötülemez ve konumlarını küçük görmezdi. Bilakis onların hayırlılarıyla sohbet etme konusunda çok istekliydi. Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine ve Muhammed Zahid Kotku hazretleri bu kişilerdendi.
Müellifin hafızlığa dair hatırası da onun Allah’ın lütfuna mazhar olduğunu göstermektedir. Hafız olmasını şöyle anlatmaktadır:
“Kur’an-ı Kerim’i ben bir ayda ezberledim. Bu iş şöyle oldu: O yıl erken seçim yapılmasına karar verilmişti. Elimizde çizimi yapılacak iki yüz tane köprü projesi vardı. Bize bunların acele bitirilmesi söylendi. Eylül ayı içinde çok sıkı bir çalışma içerisine girdik. Yüz tane projeyi yalnız başıma ben yapacaktım. Evim Cebeci’de, işyerim ise Mithatpaşa caddesinde idi. Evimden iş yerine yürüyerek gidip geliyordum. Eylül ayının ilk günü evimde sabah namazından sonra Kur’an’ın birinci cüzünü yüzünden okudum. Sonra evden çıktım, yürüyerek iş yerime giderken okuduğum ayetleri düşünüyordum. O esnada ayetlerin hafızama nakşedildiğini hissettim. Aklıma birinci cüzü ezbere okumak geldi. Okumaya başladım. Büroma varıncaya kadar birinci cüzü ezberden okumuştum. Bu duruma çok sevindim. Akşam eve dönerken o cüzü tekrar okudum. Ertesi gün aynı şekilde ikinci cüzü tekrarlayıp ezberledim. Her gün böyle yaparak Eylül ayının sonuna kadar bir ayda Kur’an’ın tamamını ezberledim. Tabiîdir ki böyle olması Cenabı Allah’ın bir lütfudur. İhsan-ı ilahidir. Yoksa normalde benim veya başka bir kimsenin yapabileceği bir iş değildir.”
İsmail Turan, Allah’ın bir lütfu olarak gördüğü ezberindeki Kur’an ayetlerini muhafaza konusunda çözümünü de şu şekilde anlatmaktadır:
“Kur’an’ı ezberledikten sonra fırsat buldukça ezberden okuyarak muhafaza etmeye çalışıyordum. Fakat bazı ayetleri karıştırma durumu oluyordu. Ben bu hıfzımı unutmadan nasıl koruyabilirim diye düşünüyordum. Yüce Mevla bana bunun yolunu da öğretti. Bir zaman Bursa Ulu Camii’nde bulunuyordum. Orada aklıma şöyle bir fikir geldi. Ben namazlarımı kılarken okuduğum zamm-ı surelerde hatim takip edeyim. Bu kararımı ilk orada uygulamaya başladım. Ondan sonra namaz kılarken hep hatim takip ettim. Böylece ezberlerimin hafızamda tutulmasının yolunu da bulmuş oldum.”
İsmail Turan’ın namaz ve Kur’an okumaya olan sevgisine Ahmet Karaağaç’la olan şu diyaloğunu örnek verebiliriz:
Ankara’dan ayrıldık trende gidiyoruz. Yatsı namazının vakti geldi.
-“Hocam namazı kılalım dedim.”
-“Sen kendi namazını kıl” dedi. Ben de
-“Hocam cemaatle kılalım” diye ısrar ettim. O imam oldu ben de ona uydum. Yatsı namazının farzını kılıyoruz, öylesine uzun okudu ki ben usandım. Namazdan sonra hocama şöyle dedim:
-“Hocam namazı çok uzun kıldırdın. Bir daha ayrı kılalım. Senin namazın sana göre olsun, benim namazım bana göre olsun.”
On kıraati iyi bir şekilde bilen İsmail Turan, namazını uzatır ve üç günde bir Kur’an’ın tamamını namazında müstakil bir kıraatle okurdu.
Hadis öğrenmeye 1940’lı yıllarda başlamıştır. İstanbul’da Fatih Camii’nde tanıştığı, zamanın müderrislerinden Hüsrev Hoca’dan (1884-1953) Sahih-i Müslim kitabını okumaya başlamış, aynı zamanda, Osmanlı döneminde Mekke’de Buhârî dersleri okutmuş olan İbrahim Hoca’dan da Sahîh-i Buhârî dersleri okumaya başlamıştır. Sahîh-i Buhârî öğrenmeye başlamasını kendisi şöyle ifade eder:
“İbrahim Efendi o zamanlar yaşlı ve hasta idi. Kendisi dışarı çıkamazdı. Ben onun evine giderek kendisinden ders alırdım. Bana dini ilimlerin kapısı hadis yoluyla açıldı. Arapça bilgimi bile hadis okuyarak ilerlettim.” Hadis ilminin kendisi için çok feyizli ve bereketli olduğunu ifade ederek o dönemlerde gördüğü bir rüyayı şöyle anlatır:
“Bir gece rüyamda hadis okuduğum hocam beni alıp Rasulullah’ın (sas) ravzasını ziyarete götürdü. Ziyaretimiz esnasında Kabr-i Şerif yan tarafından açıldı. Açılan taraftan Rasulullah’ın kemikleri çıktı. Ben o kemikleri alıp taşımaya başladım. Kemiklerden birini alıp emmeye başladım. O kemikte bana öyle muazzam bir tat geliyordu ki dünyada hiçbir şeyde öyle tat bulunamazdı. Uyandığımda hâlâ o tadın varlığını hissedebiliyordum.
Bu rüyanın anlamı ne olabilir diye uzun uzun düşündüm. Daha sonra araştırmalarım sırasında bir kitapta okuduğum olay benim rüyamı çözdü. Kitapta anlatılana göre Ebu Hanîfe bir gece rüyasında Rasulullah’ın kemiklerini taşıdığını görür. Rüyasından çok etkilenen Ebu Hanîfe Basra’ya bir adam göndererek zamanının meşhur rüya tabircisi İbn-i Sîrîn’e bu rüyayı tabir etmesini ister. Gönderdiği kimse rüyayı kimin gördüğünü söylemeden anlatır.
İbn-i Sîrîn o adama “Bu rüyayı sen göremezsin, bunu ancak Ebu Hanîfe görebilir diyerek rüyayı şu şekilde yorumlar:
Kemikler insan vücudunu ayakta tutan unsurlardır. Peygamber’in (sas) kemiklerini taşımak ise onun tebliği İslam dinini ve onun sünnetini öğrenmek, yaşamak ve yaymaktır. Yani Kur’an’ın hükümlerini ve Rasulullah’ın sünnetini Müslümanlara öğretmektir.
O günden sonra, gönlünde beslemiş olduğu hadis ilmini öğrenme arzusu daha da artmış, bunun üzerine de Kütüb-ü Sitteyi şerhleri ile beraber okumuştur.
Farsçayı öğrenme ve Mesnevi’yi aslından okuma arzusuyla alakalı şunları anlatır: 1950 yılında Ankara’da idim. Hastalanıp iki üç hafta kadar yatmak mecburiyetinde kaldım. O arada Farsça öğrenmeye çalışıyordum. Zira Farsçayı öğrendikten sonra Mesnevi’yi aslından okumak istiyordum. Çünkü Mevlânâ o meşhur eserini Farsça yazmıştı. Ben hasta olduğum halde böyle uğraşırken manevî bir hâl oldu. Mevlânâ yanımda zuhur etti ve Mesnevi’yi bana okuttu. Böylece hem Mesnevi’yi aslından okumuş hem de Farsçayı öğrenmiş oldum.
İsmail Turan’ın hayatına dair bu anlatılanlar onun namaza, Kur’an’a, ilim öğrenmeye olan sevgisine ve yüksek maneviyatına işaret etmektedir.